İçtiğiniz Portakal Suyunun Kıymetini Bilin Derim Ben

Klinik Psikolog Melin ULUÇ

Bu hafta bir değişiklik yaparak hastane günlüklerimde not aldığım gözlemlerimi paylaşıyorum sizinle. Ne güzel demiş yazar  ‘’Ömür kotanız sınırsız değil, zamanın değerini bilin.’’ Bob Dylan'ın bir şarkısı vardır: "The times they are a-changin" isimli. "Zaman akıyor" diye çağrıda bulunur toplumun tüm kesimine. "Eğer zamanınız sizce biraz değerli ise, yüzmeye başlasanız iyi olur, yoksa bir taş gibi dibe çökeceksiniz, çünkü zaman değişiyor" diye seslenmektedir. ‘’Zaman, en kıymetli şey’’ desem, kaç kişi karşı çıkar? Zaman geri getirilebilir, telafi edilebilir birşey midir? Zaman ekmek, su gibi harcadıklarımızdan mıdır, harcamadıklarımızdan mıdır? Ya 10 yıla benzer 10 dakikalar?  Ya da işin gerçeğine varamadan kaçırdıklarımız? Kimin yokki? Aşağıdaki gerçek hikâye Kellog Business School’da (Northwestern Üniversitesi) iş idaresi master öğrencileri ile Zaman Yönetimi dersi profesörü arasında geçer:

Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra, “Bugün zaman yönetimi konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız” dedi. Kürsüye yürüdü, kürsünün altından kocaman bir kavanoz çıkarttı. Arkadan, kürsü-nün altından bir düzine yumruk büyüklüğünde taş aldı ve taşları büyük bir dikkatle kavanozun içine yerleştirmeye başladı. Kavanozun daha başka taş almayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.
Öğrenciler hep bir ağızdan “Doldu” diye cevapladılar.
Profesör “Öyle mi?” dedi ve kürsünün altına eğilerek bir kova mıcır çıkarttı. Mıcırı kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak mıcırın taşların arasına yerleşmesini sağladı. Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu. Bir öğrenci “Dolmadı herhâlde” diye cevap verdi.
“Doğru” dedi profesör ve gene kürsünün altına eğilerek bir kova kum aldı ve yavaş yavaş tüm kum taneleri taşlarla mıcırların arasına nüfuz edene kadar döktü. Gene öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu. Tüm sınıftakiler bir ağızdan “Hayır” diye bağırdılar.
“Güzel” dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşaltı. Sonra öğrencilerine dönerek “Bu deneyin amacı neydi” diye sordu. Uyanık bir öğrenci hemen “Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır” diye atladı. “Hayır” dedi profesör, “bu deneyin esas anlatmak istediği Eğer büyük taşları baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiç bir zaman kavanozun içine koyamazsıngerçeğidir”. Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: “Nedir hayatınızdaki büyük taşlar? Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayâlleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki bir kaçı, belki hepsi. Bu akşam uykuya yatmadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Bilin ki büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz hiç bir zaman bir daha koyamazsınız, o zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma, ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir”. Profesör, ders bittiği hâlde konuşmadan, oturan öğrencileri sınıfta bırakarak çıktı...

Mekân onkoloji servisi… Durum özeti: ‘’Keşke’’ Kanser tanısı alan kişilerin, bu tanıyı aldıktan sonra hayatı algılama ve yaşama biçimlerinin tamamen değiştiğine tanıklık ettim. Bir kere ölümcül bir hastalıkla yüzleşmenin, hayatın ne büyük bir mucize olduğunu anlamayı da beraberinde getirdiğini gördüm. Birçok şey, daha önce hiç olmadığı kadar anlam kazanmaktaydı. Ne mi gördüm? Aslında doğan güneşi karşılamanın büyük bir şans olduğunu, iş seyahati, iş yoğunluğu derken ihmal edilen ailenin, evladın daha bir hasretle beklendiğini,  içilen bir bardak portakal suyu ya da bir kahvenin onlar için hazine değerinde olduğunu gördüm.  Eşinin ya da çocuğunun diş macununu ortadan sıkmasına, kızının sabah kalkınca kıyafetini dolaptan alırken yere düşürmesine, çok değer verdiği arkadaşının onu buluşma fikrini reddetmesine alınmıyorlardı, kızmıyorlardı artık ‘’ben evime sağ salim gideyim de varsın tek derdim bunlar olsun’’ diyorlardı. Hele ki kimisi son aşamada tespit edilen ve bir şeylere geç kalmış olan bu hastalarda hayatın kısalığı ve değerli olduğuna dair güçlü bir duyguya, o anı yaşama ve geçen her anın tadını çıkarma yeteneğine, hayattan tat alma isteğine ve hayatın daha fazla farkında olma duygusuna kavuştukları gözümden kaçamadı.

Peki, zamanın değerini anlamanın verdiği acıyla ne mi yapıyor bu bireyler?

  • İyi insan olmaya çalışmıyorlar, doğal oluyorlar.
  • Duygularını, öfkelerini içe atmazlar, gerektiğinde haykırırlar.
  • Kendilerine kötü muamele yapılmasına izin vermezler.
  • O kırılır mı bu kırılır mı diye düşünmezler.
  • İnançlarını korurlar. İyi hissetmeyi hedeflerler.
  • O zamana kadar yapmaya fırsat bulamadığı şeyleri yaparlar. Yapmak zorunda olduğu şeyleri bırakıp, zorunda olmadığı ama yapmak istediği şeylere yönelirler.
  • Dünyayla ilgilerini artırırlar.
  • Kendi yaşam alanlarında da her şeyi kontrol etmek için uğraşmazlar, hayatı akışına bırakırlar.
  • VEEE; ‘’bir nehirden iki kere geçilmeyeceğini’’ bilirler.

Size sevgili okurlarım;  üstteki maddeleri dikkate almakla birlikte her anın tek ve biricik olduğunu, önemsiz kaygılardan, oyalanmalardan kurtulmak gerektiğini, yaşamak istediklerimizi ertelemenin hep bir ‘’son şans’’ niteliğini taşıdığını,  daha fazla risk almayı, reddedilmekten korkmamayı ve başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğüne önem vermemeyi öğrenmelisiniz.

Unutmayın: Zaman büyük bir öğretmendir; ne yazık ki bütün öğrencilerini öldürür.