Yaşamlarımıza ve yaşananlara merhaba diyerek bahsetmek istediğim konuya yavaş yavaş gireceğim. Tarihe ve güncel olaylara örneklerle, sade bir dille psikoloji pencerisinden bakmaya çalışacağım. Bu sayede başlığı daha iyi kavramış olacaksınız. Eskilerin kullandığı ‘’tecessüs’’ kelimesinin Türkçe anlamını bulmaya çalışırsak karşımıza ‘daha çok kendisini ilgilendirmeyen şeylere karşı burnunu sokması’ gibi olumsuz bir cümleyle karşılaşmış oluyoruz. İngilizce anlamı ise ‘’curiosity’’ ilginç şeyleri bilmeye hevesli olma anlamını taşımaktadır. Bebeklikten itibaren başlayan ve çocukların ‘‘doğal merak, öğrenme’’ kavramını ilerleyen yaşlarda ‘’tecessüs’’ anlamıyla ve bunun ardından gelen öğrenmelerin sonucunda, merakı yitirdiğini ve öğrenmenin engellendiğini toplumdan örneklerle çoğaltabiliriz. Bu konuyu yaşantılarımızda fark edemesekte, durumun böyle olduğunu söylemesekte, örnek verilebilecek ve konusunu detaylıca anlatabileceğimiz çalışmalara bir göz gezdirmek gerek. Çağlar boyunca, eski bilginlerden, filozoflardan günümüzün bilim insanlarına dek ‘bilseme’ kavramı doğayı öğrenmede, yaşantıları sezmede, bilim üretmede, teknoloji geliştirmede bunlara bağlı birçok olayda bilmenin ne kadar önemli olduğu ortadadır. Einstein’ın ise bilsemeyi küçük, narin bir bitkiye benzetir; bu bitkinin en önemli gereksiniminin ‘uyaranlar ve özgürlük’ olduğunu söyler. Çocukların doğasında olan bilseme kavramını geliştirmek için çeşitli uyaranlarla ve öğrenme ortamının sağlanmasıyla destekleyebiliriz. Bunun için en önemli ortam olan aile ve okuldur. Örnek verirsek, ‘bilseme’ kavramını sorguladıkça, son yıllarda birçok yeni şeyi öğrendiğimiz şeyler ortaya çıkmaktadır. Eski Yunanların antik yapıtlarından olan Bergama’daki Zeus sunağı padişah Abdülhamid’in izniyle Dikili’ye bir iskele kurularak Berlin’e taşınmış. Aynı dönemde Babil Tanrıçası İştar’ın onuruna yapılmış olan ve duvarları aslanlı kabartma, mavi çinilerle donatılmış görkemli Babil yolunun bir kesimi de Berlin’e götürülmüş. Bu iki yapıt Berlin Pergamon Müzesi’nde sergilenmektedir. 50-60 yıl öncesine dek Ürgüp, Göreme yöresi olarak bilinen ve hemen hiç ilgi görmeyen bir Orta Anadolu bölgesi, sanki yeni ortaya çıkmış gibi, kısa sürede bütün dünyayı büyüleyen bir Kapadokya oldu. Anadolu’da bin yıldır yaşayan meraksız bir topluma 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra Kapadokya’yı yabancı turistler tanıttı. Konunun daha da acı yanı ise tarihe bakarsanız Yeniden Doğuş (Rönesans), Gütenberg’in matbaası’yla çok sonraları tanışmışız. Dağlarımızı, çiçeklerimizi, mağaralarımızı çok sonraları tanımışız. Sazımızı yeni nota, sözümüze yeni cümle, yemeğimize yeni tat katmamışız. Yüzlerce yıldır kendi özdilimizi bir yana iterek Arapça, Farsça karışık bir olan ve halkın anlamadığı bir dili eğitim dilimiz olarak kullanmaya kalkmışız. Kahramanlıklarımızla ve fetihlerimizle övündüğümüz kadar başka övünebileceğimiz bir şey var mı ? Bilimde gerilememizin sebebini ise kuruluşların azlığına, laboratuarların eksikliğine, bozuk eğitim sistemine, parasızlığa, rehberliksizliğe bağlamamızın pek de geçerli bir yanının olmadığını görüyoruz. Bu konuda toplumumuzun, hatta bilim insanlarının bile kopyacı, aşırmacı sistemden vazgeçerek köklü ve devrimsel nitelikte eğitim sisteminin gerekliliğinin ortaya koyulması gerekmektedir. Bunun için herkesin ‘’özerk’’ çevresi oluşmalıdır. Bu çevreye saygı duyulmalıdır. Toplumumuzda ‘’benlik’’ kavramlarımızı düşünmeden, tartışmadan, araştırmadan başkalarına enjekte ederek özgür-bilimsel bir sistem kuramayız. Bu sayede herkesin şikayet ettiği ‘’eğitim sistemi değişmeli’’ sloganı alır başını gider. Kopya çocuklar yetişmeye devam eder. Kopya çocuk ise özerk kavramlarının gelişmemesi sonucu bilişsel yeteneklerini daraltır. Bilişsel yeteneklerden uzaklaşarak, bir başka bakış açısıyla cinsel yeteneklere bilinçdışı olarak yönelir. Bu cinsel yetenekler ise özerk tutumların gelişmemesinden dolayı bazen çeşitli saplantılara bireysel ve toplumsal olarak yol açabilir. Herkesin temelinde gelişen üstbenlik (vicdan, superego) oluşur. Bu üstbenlik ise toplumun ve ailenin öğrettikleri kavramlardır. Bu sayede özerk benliğin gelişmesiyle, çocuk üstbenlik kavramında öğrendiği yanlışlardan dolayı vicdan azabı, suçluluk çekebilir, kimlik karmaşası yaşayabilir, kaygılı ve aile bireyleri ne kadar mutlu olmasını istese de, mutsuz yetişebilir. Toplumun oluşturduğu üstbenlikler bazı yasaklamaları, politik baskıları, savaşları, dinleri, sanatı, gelenekleri, bürokrasiyi ve alışkanlıkları getirebilir. Bu sayede girişimcilik ve becerebilme kavramları zedelenir. Kininin özerk yorumlarından ziyade, üstbenlik yorumları bellekte kalır. Eric Ericson’un Psikososyal gelişim kuramlarındaki dönemler bunlara örnektir. Çocuğun yetişkinlik sürecinde yaş aralıklarını ve öğrenme göstergelerini göstermiştir. Bu dönemlerin atlanmasıyla ve tam kavranamamasıyla birçok psikolojik sorun ortaya çıkmaktadır. Çocuklar bu dönemlere göre yetiştirilmesinden, anlaşılabilmesinden ve özümsenmesinden bahsediyorum. Sigmund Freud’un Psikoseksüel gelişim kuramı ise, çocuğun cinsel kavramlarda gelişmesini göstermektedir. Üstbenliğin aşırılığı yerine bilimle, çocukların özerk yapılarının temellerinin atılması çocukların yetişkinliğe doğru yürüdüğü yoldan kökten gelişimine katkı sağlayacaktır. Çocuğun benlik kavramı desteklendiğinde, gerçeği değerlendirme yetisi gelişecek ve korkuları, endişeleri de azalacaktır. Güvenli bir süreçte daha başarılı, güvenli, çalışkan ve daha üretken olacaktır. Üretmese veya başarısız olsa bile kendine ve çevresine daha az zarar verecektir. Bu sayede çevrenin de önemi vurgulanmalıdır. Öztürk (2012) Üniversitelerde, mahkemelerde, yaşantılarda, seçimlerde, yarışlarda eşit ve adaletli olmadığı zaman hayal kırıklığını da yanında getirecektir. Adaletin, hak ve hukuk üstünlüğünün, devletin otoriter yapıdan arındırılarak ve kaosa, anlaşmazlıklara izin vermeyerek bu kavramların eşit dağılımla yürütülmesi de insana ruhsal açıdan iyi gelecektir. Demokratik bir ülkede yaşıyorsak bu sağlanmalıdır. Demokratik olmayan ülkelerde ise özerk benlikten söz etmek, söz konusu bile değildir. Otoritenin altında olan ve tüm bu anlatılar yok sayılarak, ancak kul benlikten bahsedebiliriz. Kul benlikten bahsedilen şey ise paraya, ırkçılığa, inançlara, güce, zevke, savaşa daha doğrusu varolan nesnelere karşı aşırı bağımlılıktır. Bu nesnelerle ve insanların belki yanlış, belki doğru koyduğu kendi kurallarla, tabularla, arketiplerle gelişen ve sorgulamayan bir benlik örüntüsüdür. Hissediyorum, nerede olursanız olun günlük hayatlarınızdan geleneksel ve yazgıcı örneklerle karşılaştınız, karşılaşmanız doğaldır... Takva filmini izlerseniz veya izlediyseniz bu çözümlemeyle karşılaşabilirsiniz. Özerk benlik ve kul benlik arasında ki tutumlar ise ülkemizde aslında ailelerin yaşadığı sıkça problemlerdir. Bilinçdışı olarak aileye karşı yani otoriteye karşı başkaldırı bu sayede oluşmaktadır. Ergenliğin getirdiği kimlik kavramlarının daha da berraklaştığı bu kavramla birçok anlaşmazlığı beraberinde getirebildiği gözlemlenmektedir. Bu konuyla baş edebilmek için psikologlardan, terapistlerden/klinisyenlerden yardım almak yapıcı bir etken olacaktır. Ülkemizde düşünce özgürlüğünün genellikle yasal bir sorun olduğu görünmektedir. Yazarlar, ozanlar, sanatçılar, şairler, bilim insanları, düşünürler söyledikleri ve yayımladıkları çalışmalardan dolayı yargılanıp hapse atılabiliyorlar. İktidarda olan partilerin çoğunluğu düşünce özgürlüğünü sevmemektedir. Bu otoriteye baş kaldırma yani özerk benliğin oluşması, kendi işlevsellikleri için uygun olamayabilmektedir. Siyasette bu kavramlar ne yazık ki tartışmayı, araştırmayı ve doğruyu göstermeyi olgusallaştırdığından dolayı tehlike niteliği taşımaktadır. Bu sayede üretkenliğin, özerkliğin gelişmesi engelleniyor. Özerklik yerine, korkuların olduğu kul benlik ortaya çıkıyor. Medyanın gösterdiği ve öğrettiği yaşama doğru ilerliyoruz. Doğrularımızı ve yanlışlarımızı kendimiz değil, başkaları belirlemiş oluyor. Son yıllarda insanların yaşadığı ruhsal bozukluklarla yüksek oranda cinayetlerin artması, tecavüzlerin ve istismarların artışı, psikiyatrik ilaçların artması, alkol kullanımının artışı, sigara kullanımının artışı, madde kullanımının artışı, intiharların artışı mutsuzluk oranının artışı, kaygılı ve bağımlı bir neslin yetişmesi gözler önündedir. Ülkenin refah düzeyinde, mutlu insanların yaşadığını savunan kişiler, bu gerçeklerle yüzleşmelidirler. Bunun için gerekli adımların atılması acilen gerekmektedir. Politikaların artık kısır döngülerde devam etmemesi ve toplumsal huzur için çalışmaların yapılması gerekmektedir.
Çocukların yetiştirilmesinde hem sosyal hayatta, hem ailede hem de okullarda kadın-erkek arası ayrımın git gide çoğaldığını görüyoruz. Bu sayede toplumun oluşturduğu kadın ve erkek profilinde algısal dağılmalar ortaya çıkmaktadır. İki ayrı cinsiyet doğasında özerkliğe sahiptir. Bilişsel yeteneklerin de nörolojik olarak aynı olduğu ortadadır. Bunun üzerine tartışılan ve söylenen birçok söz üzerine bu tartışmaya girmek bizi konumuzdan ve öznelliğimizden saptıracaktır. İki ayrı cinsiyetin toplum kurallarına göre şekillenmesi, kul benlik özelliği olan ayrımcılıktan ortaya çıkmaktadır. Özerk benlik sahibi kişiler bu ayrımı olumlu olarak çözüme kavuşturacaklarını ve sınırlarını ona göre çizeceklerini düşünüyorum.
İnsanın yapısında olan savunma mekanizmaları bulunmaktadır. Her birey gibi önemli bir noktadır. Kişi bazen bilinçdışı olarak savunma mekanizmalarını kullanmasının önüne geçemez, bu doğaldır. Fakat, kişi özerk benlik yapısıyla kendini geliştirmediğinde sorgulama ve kendi iç deneyimlerini anlamlandıramadığında bu savunma mekanizmaları kişinin ruhsal boyutu için tehlikeli olacaktır. Savunma mekanizmalarını özümsemek, yapıcı bir toplumsal iletişimi ortaya koyacaktır. Biz buna direncin kırılması diyoruz. Bu direncin kırılmasıyla kişiler birbirlerine zarar vermeden, duygularını ortaya koyarak, birbirlerini daha iyi dinleyip ve anlayarak çözüme kavuşma yollarından birini seçebilirler. Toplumsal inançlara bağlılıkla, hümanistik (insancıl) değerlerin birlikteliği bizlere iyi gelecektir.
Okur-yazar olmanın ise sadece bir şeyleri okuyup, yazmanın ötesinde olduğunu kavramamız gerekmektedir. Okur-yazar olmak yaşantıları, olguları okuyup araştırıp, tartışıp kendine göre doğruyu bulup anlatmak veya yazmak olmalıdır. Üniversitelerde öğrenci olanların son zamanlarda sadece iş için diploma aldıklarını ve araştırmadan, bilimden, öğrenmeden uzak olduklarını ezberci çalışmalarla ve intihallerle ortaya koymaktadırlar.
Bu sürekli tükettiğimiz ve hızına yetişemediğimiz, gayet tabi içimizi döktüğümüz anlatıların özümsendiği ve geleceğe daha ışık tutabilir bir yaşam dileklerimle…