Siyasi duruş ve "İşçi Sınıfı" kavramı üzerine...
5 Kasım Bülent Ecevit'in ölüm yıldönümüdür. Dün sabah Facebook hesabımdan bir paylaşım yaptım. "Bu dünyadan bir Ecevit geçti. Geride silinmez izler bıraktı. Ruhu şad olsun. Saygıyla anıyoruz." diyerek, Zonguldak madenlerinde meydana gelen bir kaza sonrasında kurtarma çalışmalarına katılan Ecevit'in madenci kıyafetiyle çekilmiş bir fotoğrafını da ekleyerek paylaştım.
Bu paylaşımımı beğenenler olduğu gibi, beğenmeyip eleştirenler de oldu. Beğenene de beğenmeyene de eyvallah diyorum. Benim dünya görüşüm bana aittir, herkes beğenmek durumunda değildir. Genel Sekreterliğini yaptığım TKP'nin dünya görüşü de kendisine aittir beğenen beğenir beğenmeyen beğenmez. Bunlar çok normal şeylerdir.
Bu konuyu bugünkü yazıma konu edişimin nedeni savunma yapmak değildir. Siyasi duruşumuzun ana dayanak noktası olan işçi sınıfıyla ilgili birkaç hatırlatmada bulunmaktır.
Bilindik adıyla kapitalist sistemin patronları geçmişte "işçi sınıfı" kavramını yasaklamaya çalışmışlar, hatta Türkiye'de ve ona bağımlı olan Kıbrıs'ta bir dönem bunu başarmışlardı. Sermaya sınıfının egemenliğindeki kapitalist sistem içinde "işçi sınıfı" kavramı büyük tehlike olarak kabul edilmiş ve bu kavrama karşı savaş ilan edilmişti. "İşçi" sözcüğünü Türkçe dilinden çıkarmak için yoğun çabalar harcanmıştı. İşçi sözcüğü yerine, "işgören", "çalışan", "müstahdem", "personel" ve bunlar gibi sözcükler geliştirilmesinin tek nedeni vardı. O da işçilerin, işçi sınıfı bilincine ulaşmamasıydı.
Oysa ki, tüm dünyada işçi sınıfı vardı ve bu sınıf bilinçlendikçe dünyayı daha yaşanır bir gezegen haline dünmüştürmekteydi.
1700'lü yılların ortalarında başlayan sanayi devrimi dünya insanlığının köleci toplum yapısından çıkışını sağlamış, makineleşme ve sonrasında fabrikalaşmayla işçi sınıfının oluşumuna yol açmıştı.
En başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde işçi sınıfının ortaya koyduğu talepler ve bu taleplerin sağlanmasına yönelik sınıfsal eylemler insanlığın yeniden şekillenmesine yol açmaya başlamıştı.
1917'de gerçekleşen Büyük Ekim Sosyalist Devrimi, Çarlık Rusyası'nın tarihe karışıp yerine Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin kurulmasını yol açtı.
Bu gelişmeden sonra dünya genel anlamda ikiye ayrıldı. Bir tarafta işçi sınıfının egemenliğine dayalı (Sovyetler Birliği modeli) sosyalist sistem, diğer tarafta sermaye sıfının egemenliğine dayalı (Amerika Birleşik Devletleri modeli) kapitalist sistem. Elbette ki, siyah ve beyaz gibi dünyanın her ülkesi bu kadar net olarak ayrışmamıştı. Birçok ülkede sosyalizmin farklılaşmış halleri uygulanırken, yine birçok ülkede kapitalizmin farkılaşmış halleri de uygulanmaktaydı.
Örneğin Türkiye 12 Eylül 1980 darbesine kadar adına "karma ekonomik sistem" denen kapitalizmin devlet sosyalizmiyle harmanlanmış bir versiyonunu uygulamaktaydı. Başta kuzey Avrupa ülkeleri (Baltık) olmak üzere Avrupa ülkelerinin çoğu adına "sosyal demokrasi" dedikleri işçi sınıfının haklarının tanındığı kapitalist bir sistemi uygulamaktaydı.
1991 yılının sonuna gelindiğinde 25 Aralık'ta Sovyetler Birliği'nin son devlet başkanı Mihail Gorbaçov'un istifasıyla Sovyetler Birliği tarihe karıştı. Bu tarihten itibaren kapitalist sistem dünyada tek kaldı. Sermaye sınıfı, adına "goballeşme" dedikleri bir hareketle egemenliğini tüm dünyaya dayatmış oldu. Globalleşme hareketiyle dünyaya dayatılan yeni sistem kapitalizmin en vahşi versiyonu olan "neo liberalizm" olarak adlandırıldı. Bu sistemde işçi sınıfının elde ettiği kazanımlar üçer beşer geri alındı. İşçi sınıfına mensup insanlar kendilerinden önceki nesillerin binbir bedel ödeyerek verdikleri örgütlü mücadelelerle elde ettikleri kazanımların ellerinden alınmasına sessiz kaldı. Böylelkle modern çağın köleci toplumu yeniden yaratılmaya başlandı.
Geldiğimiz bu günde, işçi sınıfına yol göstermek onları eğitip bilinçlendirmek durumunda olan aydınlar dahi modern köleler haline gelmiş durumdadır. Günümüzde bir bilim insanı, ya da üniversite hocası bile örgütsüz olduğu için modern köle olarak çalışmaktadır. Emeğin karşılığı olarak aldığı ücret hakkında hiç söz sahibi değildir. Üniversite sahibi ne verirse onunla yetinmek durumundadır. İş güvenliği hiç yoktur. Üniversite sahibi onu istediği an kapı dışarı edebilmektedir.
Neo libaralizmin egemen olduğu bizimki dahil tüm ülkelerde geçmişten kalan ve çalışma yaşamını düzenleyen tüm yasalar resmen değil ama, fiili olarak askıya alınmıştır. Bizim ülkemizde, daha bir-iki hafta kadar önce Başbakan, "Asgari Ücret Yasası'nı uygularsam bütün işverenler batar" şeklinde beyanat vermiştir.
Sözü toparlamak gerekirse, benim veya partim TKP'nin duruşunu anlamakta sıkıntı yaşayan ve kendini solda sayanlara minik bir hatırlatma yapmak isterim; bizim siyasi duruşumuz sınıfsaldır, ırksal değil!
YAZIYA YORUM KAT